BİR ÖĞRETMENLER GÜNÜ HATIRASI
...
“Öğretmenlerimizin
Öğretmenler Günü’nü kutlar, saygı ve sevgilerimi sunarım. Ebediyete intikal
eden öğretmenlerimizi de rahmetle anıyorum.”
O yıl yapılacak olan Öğretmenler Günü programı için bir emekli
öğretmenin öğretmenlik yıllarına ait hatırasını anlatması gerekiyordu.
"Acaba böylesine anlamlı bir günde bu hatırayı kime anlattıralım? “ diye
düşünmeye başladım. Bu konuda diğer idareci arkadaşlardan da yardım istedim.
Birkaç gün sonra dairede çalışırken çalan telefonu açtım. Arayan
okul müdürü bir arkadaştı, "Geçen yıl emekli olan eski müdürümüz Ali
Bey'in çok güzel bir hatırası varmış. Bir defa arkadaşlara anlatmış. Eğer
isterseniz kendisiyle sizi görüştüreyim," diyordu. "Olur."
dedim.
Ali Bey ertesi gün odama "Beni istemişsiniz
müdürüm." diyerek girdi. "Hoş geldiniz, zahmet oldu, buyurun Ali
Bey." diyerek kendisine yer gösterdim. Çaylarımızı içerken de kendisine düşüncemi
açtım. "Ne demek? Bizi böyle bir
göreve lâyık görmüşsünüz, şeref duyarım." diyerek memnuniyetini ifade
etti. Öğretmenler Günü buluşmak üzere Ali Bey'i uğurladım.
24 Kasım günü bütün salon dolmuştu. Fakat Ali Bey görünürlerde
yoktu. Programın başlama saati yaklaştıkça daha da meraklanmaya başladım.
Protokoldeki şahıslar da gelip yerlerini aldılar. En ön sırada Ali Bey için
ayırdığım boş koltuğa baktıkça heyecanım artmaya başladı. Sunucu sahneye
çıktığı halde Ali Bey hâlâ yoktu. Gözüm arka giriş kapısında, kulağım sunucuda
"Ya gelmeyi verirse!"diye meraklanmaya başladım. Artık soğuk terler
döküyor, "Biraz sonra sunucu Ali Bey'i anons edince ne yapacağım"
diye kara kara düşünüyordum. "Hatıranın anlatılmasına beş dakikalık bir
zaman ya kaldı, ya kalmadı ki arka kapıda Ali Bey yanındaki bir yabancı ile
gözüktü. Kendi kendime "Oh!" deyip, rahat bir nefes aldım.
Görevliler, Ali Bey'i kendisi için ayrılan koltuğa, misafirini de yanına
konulan bir sandalyeye oturttular. Biraz sonra spiker: "Programın bu
bölümünde emekli Atatürk İlkokulu Müdürümüz Sayın Ali Saygı bizlere görevde
olduğu sırada başından geçen bir hatırasını anlatacak." diyerek Ali Bey'i
mikrofona davet etti.
Ali Bey, günün önemini, kendisinin hatırlanıp böyle bir görevin
verilmesinin mutluluğunu kısaca ifade ettikten sonra "Anlatacağım hatırayı
uzak köylerde, mahrumiyet içinde görev yapan genç öğretmen arkadaşlarıma ithaf
ediyorum." diyerek hatırasını anlatmaya başladı: "Bundan tam 35 yıl
önce, henüz 19 yaşında bir delikanlı iken Gölköy'den mezun oldum. Öğretmen
olarak Şahinçatı Köyü'ne atandım. Tahta bavuluma koyduğum birkaç parça eşya ile
atandığım köye gidebilmek için yedi saat at arabasıyla üç saat de yürüyerek yaptığım
bir yolculuktan sonra köye ulaşabildim. Köylüler beni karşılarında görünce önce
çok şaşırdılar, sonra da sevindiler belki de köylerine tahsildardan sonra ilk
defa bir devlet memuru geliyordu ve bu devlet memuru bir öğretmendi. Onların
çocuklarını okutacaktı. Yiyecek ekmeği olmayan bu fakir fakat gönlü zengin
insanlar bir türlü beni paylaşamıyordu. Ertesi gün bütün köylü, okul olarak kullanılacak
binayı güzelce onarıp temizlediler, öğrencilerin sınıfta oturacakları sıraları
hazırladılar. Köyün kadınları ise okulun bitişiğinde benim kalacağım tek göz
bir odayı badana edip, temizliğini yaptılar. Akşam olduğunda odam da okul da
hazırdı. Akşam yemeğini muhtarın evinde yiyip, gece köy odasında köylülerle
sohbet ettik. O akşam yatağıma uzandığımda uzun süre uyuyamadım. Köy için
neler yapmam gerektiğini, nasıl faydalı olabileceğimi düşündüm. Sabah olduğunda
sınıfı dolduran öğrencilerle tek tek tanıştık. Hepsinin gözleri pırıl pırıldı
ve hepsi başladıkları bu yeni hayattan memnun görünüyorlardı.
Köylülerle dostluğumuz gün geçtikçe daha da arttı. Artık onların
her şeyiydim. Mektuplarını yazıyor, mektuplarını okuyordum. Hastaların
iğnelerini yapıyor, tarlada, kahvede, köy odasında dert ortakları oluyor,
üzüntülerini ve sevinçlerini birlikte paylaşıyorduk.
Öğrencilerimde ise çok kısa zamanda büyük ilerlemeler oldu. Köylü
de bunun farkında idi. İşler bu kadar yoluna girmiş giderken bir gün hiç hesapta
olmayan bir olay bütün hesaplan alt üst etti.
Sınıfta öğrencilerle ders yaptığım bir sırada birden sınıfın
kapısı açılarak içeri köyün çobanı olan öğrencilerimden Mehmet'in babası girdi.
Ben ne olduğunu anlayamadan öğrencilerimin huzurunda adam bana bir tokat atmaz
mı! Ne olduğunu anlayamamanın şaşkınlığı içinde hareketsiz dururken adam kapıyı
çarpıp gitti.
Öğrencilerimden öyle bir utandım ki kıpkırmızı olduğumu, bir ateş
bastığını hissediyordum. Sandalyeye oturup kalakaldım. Öğrencilerim de
şaşırmışlar, hiç hareketsiz, konuşmadan duruyorlardı. Neden sonra akıl edip,
öğrencilerimi evlerine yolladım. Doğru odama çekilip yatağıma uzandım.
Gözümden yaşlar yuvarlanıyordu. O gün ve o günü takip eden hafta hiç okul
dışına çıkmadım. Köylülere görünmek istemiyor, onlardan kaçıyordum.
Aradan on beş gün kadar bir zaman geçmemişti ki bir sabah
kahvaltısını yaparken kapı vurulmaya başladı. Kapıyı açtığımda bir de ne
göreyim. Beni tokatlayan çoban, başı önünde bir bakraç yoğurtla kapıda durmuyor
mu? Hiçbir şey söylemedim. Adam bir süre mahçup mahçup durduktan sonra başını
yerden kaldırmadan yüzüme bakmaya utanarak: "Hoca kusura bakma, beni
affet, cahilliğime ver." diyerek elindeki yoğurt bakracını eşiğe bırakarak
uzaklaşıp gitti.
Sonradan öğrendim ki bizim tokat olayı köyde duyulunca köylü
çobanı dışlamış, kimse onunla konuşmamış, adama selâm dahi vermemişler,
selâmını bile almamışlar. Sonunda yaptığı işte kabahatli olduğunu anlayan
çoban, kendisine has üslubuyla benden özür dilemiş.
Mehmet çok zeki ve çalışkan bir öğrenciydi. Dolayısıyla okumayı da
öğrenince babasını kitap, defter gibi bazı şeyleri alması için zorlamaya
başlamış, sofrasında içecek çorbadan başka bir şey olmayan çoban ise içine
düştüğü çaresizliğin müsebbibi gördüğü için bana işte o tokadı atıvermişti.
Tokadın sebebini öğrenince daha da üzüldüm. Bütün köylüyü kahveye toplayarak
çobanı affettiğimi, yalnız onların da çobanı affetmelerini istedim. Onlar da
çobanı affettiler, böylece mesele tatlıya bağlanmış oldu.
Şahinçatı Köyü'nde beş yıl kaldım. Daha sonra ilçeye atandım ve
köyden ayrıldım. Ama ilk çalıştığım bu köyü bütün olumsuz şartlara rağmen hiç
unutmadım. Onlar da beni hiç unutmadılar."
Ali Öğretmen, hatırasını tam sona erdireceği sırada hiç
beklenmeyen bir şey oldu.
Salona Ali Bey'le gelen yabancı yerinden fırlayarak herkesin
şaşkın bakışları arasında Ali Öğretmen'in yanına giderek onun elini öptü, daha
sonra mikrofonu eline alarak konuşmaya başladı: "Ben Hacettepe
Üniversitesi Profesörlerinden Mehmet Gökırmak. Hocamın anlattığı çobanın oğlu
Mehmet benim. Heyecanımı bağışlayın. Hocamın da sözünü kestim. Kendisinden ve
sizlerden özür diliyorum. Ama Hocamın hatırasının sonunda anlatmadığı bir şeyi
sizlere söylemek istedim. Hocam Şahinçatı Köyü'nden tayini çıkıp ilçeye
giderken beni de yanında götürdü. Orta, lise ve yüksek tahsilimi yapmamı
sağladı. Benim için ikinci bir baba oldu. Eğer Hocam olmasaydı, ben de mutlaka
o köyde çobanlık yapacaktım. İşte bu sebeple Hocamın elini Öğretmenler Günü
dolayısıyla öpmek için Ankara'dan geldiğimde Hocamın bugün buradaki programa
katılacağını öğrenince birlikte gelmek istedim. İşte bu sebeple salona biraz
gecikme ile gelebildik. Benim sebep olduğum bu gecikme olayından dolayı da
ayrıca özür diliyorum. Hocamın hatırasını ithaf ettiği genç öğretmenlere ben de
diliyorum ki çalıştığınız uzak köylerde daha nice Mehmetler bulunmaktadır.
Lütfen siz de onların elinden tutun. Hepinize saygılarımı sunar, ellerinizden
öperim."
Profesör Mehmet Gökırmak, sözlerini bitirince Ali Öğretmene
sarıldı. Herkesle beraber ikisi de ağlıyorlardı.
Salonda bulunanlar ayağa kalkarak
Ali Öğretmen ve Profesör Mehmet Gökırmak'ı alkışlamaya başladılar…(1)
(1) Siz Hiç
Kastamonu’yu Gördünüz mü? / Mehmet SAYAN
Kastamonu
Belediye Başkanlığı Yayını
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.