Mesele biziz
...
Hayat herşeye rağmen devam ediyor ve süreç insanı ister istemez
dünle bugünü kıyaslamaya sevk ediyor. Hepsi bir bütün halinde
değerlendirildiğinde ise korkular, ümitler, özlemler, heyecanlar, endişeler,
beklentiler birbirine karışıyor. Bunların hengamesinde galiba daha çok
korkularımıza bağlanıyoruz. Çünkü yaşadığımız yeryüzü kainatta zerre büyüklükte
bir yer teşkil ediyorsa, insanda zerrenin zerresi mesabesinde. Ve bu zerre
dünyanın ahvalinde en önemli konumda ve daha çok geleceğe dair korkular
taşıyor.
İşte son iki yılımız insanlık üzerinde uygulanan ‘plandemi’ denen
müthiş bir korku mühendisliği ile geçti. Kimbilir daha nelerin deneği olacak
insanlık. Haliyle plandemiyle oluşturulan/oluşturulmak istenen hayat bizim
toplumumuza çok yabancı geldi. Ama uygulamada, istenen bir şeyin kabul
ettirilmesi, ikna edilmesi en kolay toplumlardan olduğumuzu gördük. Çünkü
korkuyla mücadele kolay değil. Hele de can korkusu, ölüm korkusu yok mu? Ve yüzünde,
içinde ne olduğu belli olmayan maskeyi taşıma, kimsenin sorumluluk üstlenmeye
cesaret edemediği ve bunu tescillemek içinde imza aldığı aşılaramahkumiyetiyaşamak
kolay değil.
Eski halimize dönmemiz elbette mümkün değil. Çünkü nasıl bir
cenderedeyiz bilemiyoruz. Bir araya geldiklerimiz, konuştuklarımız,
karşılaştıklarımız, duyduklarımız neredeyse herkes kendi penceresinden şikâyetçi.
Caddede, otobüste, işyerinde, çarşı-pazarda tanımadığımız insanların suratı
bile tabir-i caizse turşu satıyor. Gözlerden çaresizlik, dillerden şikayet
akıyor. Şikayet, kavga, tahammülsüzlük diyebileceğimiz duyguların izdüşümü öyle
aşikar ki herkes patlamaya hazır bomba gibi.
Şikayetçi olduğumuz konular çok, bir noktadan sonra binlerle ifade
etmek dahi yetersiz kalıyor. Toplumun her kademesinde kimse birbirinden memnun
değil. Lakin şikayete dair konuların belki de hepsi ortak konular.
…
Toplumun, ailenin, medeniyetimizin en temel hislerinden biri sevgi.
Etrafımıza baktığımızda ise insanın insana sevgisinin emaresine dair bir iz
yok. Hiç kimse birbirini sevmiyor. Ama herkes sevilmeyi istiyor. Sosyal medya
paylaşımları bunu göstermiyor mu? Görsünler, beğensinler ve sevsinler. İnsanlar
gerçekten mahrum olunca, bunun mutluluğuna veya menfaatine dair bir ümitle
yaşıyor.
Samimiyet en temel hislerimizden. İnsanın kalbi gibi davranması,
içi-dışı bir olması ve ilgi konusuyla tek bir mana ile bütünleşmesi. Herhangi
bir kaygı duymadan ve menfaat ummadan gönlünün gereğini yapması. Herkes bunu
arıyor. Ama kimse kendisinin bu manayı ne kadar yüklendiğini sorgulamıyor.
Toplumda kimsenin kimseye tahammülü yok. Herkes boyca
yükselemeyeceği, yerin derinine inemeyeceği küçük dağlarda gücünü göstermenin
peşinde. Yeter ki elinde bir fırsat olsun. Ok kendisine çevrildiğinde ise
kendisinin her yaptığının, her söylediğinin hoş görülmesini, kabul edilmesini
ve benimsenmesini arzuluyor. Kendisi tahammülsüzlüğün dibindeyken kendisine
tahammülün zirvesini istiyor ve bekliyor. Gücü varsa da yaptırıyor.
Toplum olarak nemmamlığı çok seviyoruz. Onun lafını buna bununkini
ona ulaştırmak en iyi yaptığımız işlerden. İnsanlara arkalarından dilimizin
döndüğü herşeyi söylüyoruz. Ama aynı hadise bizim ismimizde gerçekleşince
müthiş bir rahatsızlık duyuyoruz.
İnsanların huzurunun kaçırılması noktasında müthiş bir çalışma
var. Toplumun hep bir gerilim içinde olması, hep bir diken üzerinde durması
isteniyor. İster trol densin, ister yetki ve güç sahibi densin farketmez, ama
insanların çatışmasından zevk alan, insanların huzursuzluğundan mutlu olan,
insanların huzurunu kaçırmak içinbütün gücüyle gayret gösteren bir güruh
türedi. Bunlar kendilerine gelince ise sorgulanmamak ve huzur istiyorlar.
…
Anne-baba evladından şikayetçi, evlat anne-babadan, eşler
birbirlerinden.Ama hiçbirisi kendisinden haberdar değil.Bunu televizyonun
gündüz kuşağının müdavimleri en iyi bilir.
Amir-memur birbirinden şikayetçi. Ama kimse kendisinin ne
olduğunu, bulunduğu vazifeyi hak edip etmediğini sorgulamıyor. İşveren-işçi
birbirinden şikayetçi. Milyonlarca arabuluculuk konusu veya sonrasındaki dava
ihtilafı bunu gösteriyor zaten. Heyhat ki işveren de personel de, nasıl
olduğunu sorgulamıyor.
Yapılmayan veya yanlı yapılan atamalardan şikayetçiyiz. Milletin
hakkının yendiği ihalelerdeki usulsüzlüklerden şikayetçiyiz. Doğanın katlinden,
milli servetlerin yok edilişinden şikayetçiyiz. Ama kendimiz bunların
neresindeyiz? Atanmayı hak ettik mi, birinin hakkını yemeden atanabilecek
miyiz, adrese teslim alımla mı atandık? Hakkı olan kişi mi aldı ihaleyi, yoksa
güç sahibi olan mı, yoksa birilerinin hak sahibi gördüğü mü? Yoksa hırsız,
bizim hırsızımız deyip komisyonla üstünü mü kapattık. Gittiğimiz hangi mesire
alanını temiz bıraktık? Hangi gölü, denizi kirletmedik? Hangi millet bahçesinin
yerinde millet fabrikası olsun dedik? Dert sahibi olduğumuz noktadaki
pozisyonumuz nedir? Bu veya diğer konularda, karşılaşınca ne yaptık? Haksızlığa,
hırsızlığa, yolsuzluğa, nasıl bir tavır koyduk kendimizden! Adaletsizlikten
yakınırken kendimizin yaptığını sorup gereğini yaptık mı? Cevabı sorarsak hep
vicdanlarda.
Güzel söz sadakadır demiş son resul.
Yani Ademoğlu ilâhî armağanların en büyüklerinden ve en güzellerinden
biri olan konuşma imkânına sahip. Bunun şükrü ise güzel söz söyleme olarak
tecelli ediyor. Yani ayet-i kerimede geçen zerre
miktarı hayrın içerisinde kabul edilen bir kavram. Ama ne yönetenlerimiz ne de
yönetilenlerimiz bunun farkında değil ki, en zehirli sözlerde en galiz
küfürleri öğrendik bu dönemde. Herşeyi geçtikte iki çift güzel söze dahi hasret
kaldık. İnsana hasret kaldık.
Ekonominin içler acısı hali, tembelliğinden çalışmak istemeyen
görevliler, lüksünden rahatından vazgeçmeyenler, manasını makamla, parayla,
şöhretle, arabayla bulanlar ve bunların içinde bizim halimiz. Şikayet ettiğimiz
herşeyi marifetmiş gibi en önce kendimiz yapıyoruz ve en başta kendimizi
kandırıyoruz. Hep birlikte “hak etmeyelim” diyeceğimiz kendi
çöküşümüzü hazırlıyoruz. Oysaki bütün meselede çözümde kendimizde başlıyor ve
kendimizde bitiyor.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.