Çıkmaz sokaklar…
...
Osmanlı zamanında dergahlara gelenlere her akşam iki soru sorulurmuş;
1. soru: Bugün kalp kırdın mı? 2. soru: Namazlarını kıldın mı? Birinci soruya kişi "evet" derse ikinci soru sorulmazmış. Birinci soru ile “halk”tan “Hakk”a gidilirken, ikinci soru ile “Hakk”tan “Hakk”a gidilirmiş. Kul hakkı çözülmeyince, Hakk’ın divanına varmak manasız görülürmüş. Öyle olunca da ne mutluluk ne de kazanç kalırmış.
Kalp kırmamak, hakkını yedirmek değildir. Önce kullarla murakabenin neticesi aranıyor. Sonrasında yeryüzündeki en ciddi mefhum namazla musahabe gerçekleşiyor. Zira kullardan alamadığınız randevuyu Yaradan istediğiniz zaman veriyor.
O insanların, o devrin şartlarında hayata bakış açısıyla bu zamanın şartlarındaki bakış açımız şüphesiz aynı değil. Aynı olsaydı bugün dünya böyle olmazdı belki de. Tabi geçmişin her dönemi de böyle değil. Şimdi bize hikaye gibi gelse de, dünya üzerinde böyle dönemlerinde yaşandığı olmuş. O günlerle bugün kıyasladığında aradaki uçurumu farkediyor insan.
İnsanoğlu yeryüzüne indirildiğinden günümüze kadar gelen süreçte, insanın ruhuna dokunan rikkat dönemlerinin dışında en temelde üç problem insanların eylemlerine yansımış ve bunları düşüncelerinde taşımışlardır. Yeryüzünde gerçekleşen tüm hadiseler bu üç kavramın etrafında şekillenmiş: Kıtlık, salgınlar ve savaş…
Kıtlık, karada, denizde dünya nimetleri düşünüldüğünde olması ihtimali olmayan hadiselerden biri. Çünkü kıtlık; yeryüzünün insana hizmet için yaratıldığı ve Lokman Suresi’nin 27. ayetinde buyurulan ‘tüm ağaçların kalem ve denizlere yedi denizinde katılacağı mürekkep olsa Allah’ın nimetlerinin yazılmakla tükenmeyeceği’ gerçeği dikkate alındığında imkansız bir olaydır. Ancak kapitalist zihniyetin insana verdiği en büyük korkulardan biri budur. Zira kapitalist anlayışta yeryüzündeki insanın hayatiyeti için olan her şey sınırlıdır. Bu sebeple de insanların çoğalması kapitalizmin işine gelmez. Çünkü insanın çoğalması demek, egemen güçlerin zihniyetine göre pastadan payının azalması, yaşam olanaklarının eksilmesi demektir. İnsanın İslamca düşünmesi hiçbir batıl sistemin işine gelmez. İslamca düşünmek kulun dirilişini, kendini efendi zannedenlerin sonunu getirir.
Yeryüzündeki salgınlara bakıldığında hep insan faktörünün olduğu görülmektedir. Mutlak surette insanın kendi gücünü veya hakimiyet arzusunu göstermeye dair fikrinin ürünü olarak vuku bulmuş. Özellikle de son asır bunun aleni örnekleriyle dolu.
Savaşlar ise insanlık dünyasında Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlamış ve en son Ukrayna-Rusya savaşıyla devam ediyor. Batıl kendisini hakimiyetini sağlamak zorunda hissediyor. Bu sebeple de her türlü kaos, savaş batılın işine geliyor. Çünkü hakim olmazsa yok olacağını düşünüyor. Oysaki Hakk’ın hakim olması için batılın zayıf veya güçlü olması şart değildir. Kur’anî ifadeyle ‘hak gelince batıl zail olur.’ Nihayetinde ise güçlü olan haksız, mutlak surette kaybeder. Tarih bunun örnekleriyle dolu.
Şu gerçeği görüyoruz ki; bunların hiçbirisi de doğal olarak ortaya çıkmış problemler değildir. Tamamı da insanoğlunun niyetinin eyleme dökülmesinin ifadesi olmuştur. Bu bağlamda batının zihin yapısını gösteren kayıtlardan birisi de Thomas Jefferson tarafından kaleme alınan, Benjamin Franklin tarafından son şekli verilmiş olan 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesidir. Bildirgenin ikinci cümlesi; "Tüm insanların eşit yaratıldığını, Yaradanları tarafından kendilerine devredilemez hakların verildiğini ve bu hakların yaşam, özgürlük ve mutluluğa erişme haklarının bulunduğu gerçeklerinin apaçık ortada olduğunu kabul ediyoruz." şeklinde bir hüküm ihtiva etmektedir.
Bu hükmün elbette ki birçok açıdan tefsiri yapılabilir. Lakin sadece mutluluk düşüncesine dair kısım batının düşünce tarzını, insana bakış açısını yansıtması bakımından önemlidir ve kafidir. Bu hüküm acaba Birleşik Devletler’i kuran önderlerin insana mutluluk hakkını vermediklerini mi gösteriyor! Ama bildirge ile insanın mutluluğa erişme hakkının bulunduğu gerçeklerinin apaçık ortada olduğunu kabul edilmiştir. Gerçek ortada olabilir. Hele de kişiye verilmezse ya da kişi tarafından alınmazsa sadece ortada olur. İşte insanın ne kadar mutlu olma hakkı var? İnsan nasıl mutlu olmalı? Mutluluk kalpte mi damarlarda mı yoksa sosyal medyadan yansıyanlarda mı? Küresel sistem ve altındaki devletler mutluluk için insanlara ne veriyor ya da neleri engelliyor? Yani ‘mutluluğa erişebilirsen eriş, ama mutluluğa erişmeni garanti edemem mi’ demişlerdir?
Bir yandan da insan gerçekten şu soruyu sormadan edemiyor; Batı dediğimiz güç gerçekten insanın mutlu olmasını istiyor mu? Yoksa kendisine ram olmuş insanlar mı istiyor?
Tabi burada batıdaki mutluluğun ne olduğu ve bunun insanlık alemi açısından ne ifade ettiği önemlidir. Bu önem ise sözle değil eylem ile tespit edilebilir.
Yaşadığımız çağın insanı, genel itibariyle sosyal medyada yaşıyor ve savaşıyor. Bayramlaşmamız, konuşmamız, işimiz neredeyse hayatımızın her alanına sosyal medya hakim artık. Metaverse ile daha da ilerisi gerçekleşti. Bir taraftan da ilkokul sıralarına kadar inmiş uyuşturucu gerçeği var. İnsanlar unutmak için alkol tüketiyor, alamazlarsa kendileri üretiyorlar. Yaşadıklarının üzüntüsünü, ağırlığını, heyecanını kaldıramayanlar huzurlu hissetmek için kenevire müracaat ediyorlar. Ezilmişliğini, dışlanmışlığını ortadan kaldırmak isteyenlerde dinç ve özgüvenli hissetmek için kokain ve metamfetamin arıyorlar. Hiçbir şeye gücünün yetmediğini düşünüp herşeyi unutmak isteyenler de kendilerinden geçmenin yolunu ecstasyde buluyor. Hayalleri kalmamış ve sadece rüyalarda yaşamak isteyenler de yeryüzünde duramıyorlar, bulutların üzerinde hissetmek için LSD’ye müracaat ediyorlar. Ve sistem bunu istiyor. Çünkü düşünenle düşünmeyen bir değil. Hepsinin kontrolü ayrı. En kolay kontrol edileni ise verilenlerle, sunulanlarla bütünleşip o savaşta kendinden geçmiş insanlar.
Bu yollarda nereye kadar gidileceği şuan meçhul. Fakat bir gerçek bu yolların hepsi sadece çıkmaz sokaklara çıkıyor.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.