Sezen Aksu üzerine…
...
İncil’de bir hadise anlatılır.
Buna göre; Yahudiler, arkalarında büyük bir kalabalık olduğu halde, zina yapmış
bir kadını saçlarından sürükleyerek Hz. İsa’nın huzuruna getirirler ve bu
kadını cezalandırmasını istediler. Amaçları Hz. İsa’yı denemek ve zorda
bırakmaktır. Çünkü kendisinden önceki peygamber Hz. Musa’nın şeriatına göre
zina eden kadının taşlanması gerekiyordu. Hz. İsa ise insanlara sürekli
merhametli olmayı, affetmeyi, iyilik yapmayı tavsiye etmekteydi. Bu sebeple
kadını öldürtse, herkes tavsiye ettiğin iyilik-merhamet nerede diyecekler ve
toplumda zorda bırakacaklardı. Kadını bıraksa bu seferde Hz. Musa’nın şeriatına
uymuyor diye fitne çıkaracaklar ve yine zorda bırakacaklardı.
O ortamda, Hz. İsa gelen
ilahi buyrukla yere eğilerek bir daire çizdi. O daire de Allah’ın izniyle bir
anda büyük bir aynaya dönüştü. Kadını taşlamak isteyen kalabalıktan o aynaya
bakan herkes geçmişte işlediği bütün günahları görür oldu ve kendi kendilerine
büyük bir utancın içinde kaldılar. Hz. İsa yerden doğrularak arkasına bakmadan;
“Kadını bırakın” dedi ve bıraktılar. Akabinde sırtı kalabalığa dönük bir
vaziyette; “İlk taşı günahsız olanınız atsın” buyurdu. Bunun üzerine
kalabalığın sesi kesildi. Bir müddet beklediği halde hala taş atılmayınca Hz. İsa
geriye dönüp baktı ki, kadından başka o kalabalıktan kimse kalmamış, hepsi oradan
kaçmışlardı. Çünkü aynada gördükleri kendi günahlarının utancı o ilk taşın
kadına atılmasına mani olmuştu.
Ülkemizde takriben bir
haftadır Sezen Aksu’nun 2017 yılında çıkan bir şarkısında geçen; “…selam
söyleyin o cahil Adem ile Havva’ya…” şeklindeki sözler nedeniyle Hz. Adem’e ve
Hz. Havva’ya hakaret ettiği ve aşağıladığı iddiasıyla linç kampanyası
gündeminde olmaya devam ediyor. Tabi bu arada kimse kendi sokağına bakmadığı
gibi, kimse kendi günahına bakma niyetinde de değil. Güç sahiplerinin gözü
başkasının ayıbı peşinde ve birilerini taşlamak için fırsat kolluyor. Herkes kendi günahını örtmek için, ötekinin
ne kadar günahkar olduğunun derdine düşmüş.
Mesele milletin ince noktası
olunca işin birinci boyutu olarak şöyle karşıma nasıl bir fecaat çıkacak diye
yakın tarihten gelen şarkılara bakayım dedim ve şunları buldum: Emrah; ‘Tanrım,
kötü kullarını sen affetsen ben affetmem.’ Kubat;
‘Seni Allah kadar sevdim.’ Mahsun Kırmızıgül; ‘Sevdim seni Rabbim kadar.’ Orhan
Gencebay; ‘Kaderin böylesine yazıklar
olsun.’ Grup Af; ‘Yaradanın boş vaktine gelmiş deli yosma.’ Muazzez Abacı; ‘Seninle
cehennem ödüldür bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır.’ Erol Evgin; ‘Seni
sevmek ibadetim.’ Orhan Gencebay; ‘Batsın bu dünya.’ Hakkı Bulut; ‘Sana taptım.’
İbrahim Tatlıses; ‘Bir sana bir
de Tanrıya taptım.’ Ebru Gündeş: ‘Benim sana
yaptığım canım, aşk tadında ibadet.’ Müslüm Gürses; ‘İsyanım var benim kadere,
ne güldürdü öldürdü bir kere.’ Ferhat Göçer; ‘Cenneti değişmem saçının teline.’
Selami Şahin: ‘Tapılacak kadınsın.’ Ayşe Hatun Önal; ‘Can verir ya Tanrı taşlara
sen de bana…’ Liste uzuyor. Tabi bugüne kadar bu parçalara kimse ses çıkarmadı.
Hala da dinleniyor.
İşin diğer boyutu bu şarkılar
mesabesinde siyasetçilerin de sözleri var. Bir milletvekili; “Başbakana
dokunmak bile bence ibadettir.” derken, diğer milletvekili; “Allah’ın tüm
vasıflarını üzerinde toplamış lider” olduğunu, bir başkası ise “Allah gibi
geldiğini” iddia etmişti. Bir belediye başkanı; “Başbakanımızın çıkacağı
televizyon yere konmaz” diyerek televizyona uluhiyet vermişti. Bir kadın
kolları başkanı ablamız, “AK Partili olmak başbakana nikâhla bağlanmaktır”
diyerek farkında olmadan başbakanımızı harem kurmakla itham etmişti. Bir
bakanımız; “Şanlıurfa’ya bahar gelmiş. Başbakanımızı karşılamak üzere tarih de
coğrafya da kıyama kalkıyor” diyerek çiçeğe böceğe de ulvi bir göre yüklerken,
bir il başkanı; “Başbakan ikinci peygamber gibidir” diyerek, mucizeler
beklediğini ifşa etmişti. Bakara-makara
caps’lerinden tanıdığımız bir arkadaş “lideri ilahlaştırma” yarışında
başbakanın bu günlere gelmesine vesile olan şehirleri kutsallaştırmıştı. Bir şairimizse iddialı biçimde; “devlet başkanımızı
üzmenin Allah’ı üzmek olduğunu”, halkla ilişkiler uzmanı bir yazar ablamız da,
Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu ileri sürmüştü. Soylu bir bakanımız;
“Türkiye’nin ilelebet ezeli ve ebedi başkanıdır” diyerek, Allah’ın zati
sıfatlarını katarak, yarışa bambaşka bir soluk getirmişti. Bir milletvekilimiz
ağır yaşam şartları altında ezilen, psikolojik sorunlar yaşayanlara; “Bunaldın
mı? Önce Allah’a, sonra ona sığın.” diyerek ayrı bir kulvar açmıştı. Bir
başka vekil ise gazi mecliste Allah’a küfür edebilmişti. Tabi bu listeler
uzayıp gidiyor.
İşin üçüncü bir boyutu ise ciddi düşünceleri alaycı bir
üslupla anlatma sanatı kabul edilen şathiyat vardır. Edebiyatımızda tekkeler
çevresinde mutasavvıflarca söylenen mizahi manzumelere Şathiyat-ı sofiyane
denmiş. Tasavvufta ise sufinin kendisinden geçtiği bir sırada söylediği şeriata
aykırı söz ve hareket anlamında kullanılmış. Mesela Yunus Emre, Allah’ın büyük
bir mükafat olarak vadettiği cenneti; “Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle
birkaç huri/İsteyene ver onu/Bana seni gerek seni” diyerek cenneti sadece
birkaç köşke ve huriye indirgemiş. Hallâc-ı Mansûr'un "Ene'l-Hakk" (ben Tanrı'yım
veya Tanrı ile beraberim) sözü tasavvuftaki şath'ın en meşhur
örneklerinden. Yine Kaygusuz Abdal’ın; “Kıldan
köprü yaratmışsın/Gelsin kulum geçsün deyü/Hele biz şöyle duralım/Yiğit isen
geç a Tanrı” gibi manzumeleri bulunmaktadır.
İşin dördüncü bir boyutu
olarak, günümüzün Bel’am’larının yolsuzluğun hırsızlık olmadığı, TOKİ kredisi
faizinin helal olduğu, kur korumasından alınan farkın faiz olmadığı, hükümeti
eleştirmenin günah olduğu veya devlet malının ya da yardım için toplanan
malların ganimet olduğuna dair fetvaları var.
Allah, Nisa suresi 140. ayette;
“…Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını duyduğunuz zaman,
başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber (aynı mecliste) oturmayın.
(İnkâr etmeden ya da konuyu değiştirmedikleri hâlde aynı ortamda oturursanız)
şüphesiz ki siz de onlar gibi (kâfir/müşrik) olursunuz…” buyurmaktadır. En’am
68. ayette ise; “Ayetlerimize (alaya alma ve yalanlamayla) dalanları gördüğünde
-başka bir söze dalıncaya dek- onlardan yüz çevir. Şayet şeytan sana
unutturursa, hatırladıktan sonra zalimler topluluğuyla beraber oturma!”
buyurmaktadır.
Ülkemizde yapılan veya
yapılmak istenen bütün işlerde insanlar faize yönlendirilmekte hatta mecbur
bırakılmaktadır. Oysa Bakara Suresi 278. ayette; “Ey iman edenler! Allah’tan
korkun ve şayet müminlerseniz faizi terk edin.” buyurmaktayken, 279. ayette; “Şayet böyle yapmazsanız, Allah'a
ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin.” diye
buyrulmaktadır.
Toplumda tabandan
tavana hırsızlıklar, haksızlıklar, ihaleler, torpiller, kul hakkı,
adaletsizlikler vs. sayamayacağımız konuları da kattığımızda isyanları
oynayanlar Sezen Aksu’ya tepki göstermeyi kendine hak sayıyor. Bu kişi “cahil”
kelimesi yerine “ümmi” kelimesini kullansaydı, hiçbir problem olmazdı. Zira
Kur’an’da altı yerde geçen “ümmî; okuma-yazma bilmeyen, tahsil görmemiş;
az konuşan, konuşurken hata yapan kimse” manasındaki kelimeyi kullansa belki de
övülecekti. Hz. Peygamber’in ümmîliğini ise neredeyse her vaazda duymayan yok
gibidir, ama itiraz eden de yoktur. “Cahil”
ise sözlükte; “eğitim ve öğrenim görmemiş (kimse), belli bir konuda yeterli
bilgisi olmayan (kimse)” olarak kullanılmakta. Peygamber de olsa her konuda
mutlak bilgilidir sonucu çıkarılabilir mi, takdir okuyucunun.
İşte insan o kadar algının
içinde, Mevlana’yı dinlemek istiyor; “Dün akıllıydım dünyayı değiştirmek
istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştirdim.” Ve işin esasında rejisör kendi oyununu oynuyor. Bize dünya yanlış
gözlükle gösteriliyor. Gerçek gözlükle baktığımız zaman ise meseleler bambaşka.
Onun için taşları ellerine alanlar! Kime
atılacaksa, ilk taşı günahsız olan atmalı.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.