Bir şey demedik…
...
“Ne kadar bilirsen bil ve ne kadar anlatırsan anlat, senin
bildiğin karşındakinin anladığı kadardır.” demiş Mevlana, dertlendiği bir
zamanda. Ülkenin halini temaşa edince önce anlatanlara sonra anlatanların anlattıklarına
bakıyorum. Daha sonra da kendisine anlatılanları düşünüyorum. En sonunda
anlatanlarla anlatılanların anlatıldıklarına bakıp arasında fersahlarca uçurumu
görünce iyiye yorumlayıp “Galiba yanlış anlaşıldı.” diyerek aldatılmayı
görmeden bir bahaneyi de anlatanlara siper yapmak istiyorum, siper ihtiyaçları
olmasa da...
Kolay değil. İşte geldik gidiyoruz dediğimiz yeni Türkiye
şartlarında hayatımızın 21 yılı gitti. Ortalama bir ömürde dörtte biri demek. Gitmesi
problem değil, bir şekilde gidecek zaten. Kaldı ki hepimiz dünyada aldığımız
ilk nefesle vereceğimiz son nefese koşmuyor muyuz? Ama götürdüklerini düşününce
bir garip oluyor insan.
Kavram kargaşasını yaşamıyoruz sadece. Anlamlandırmayla da ortaya
çıkan farklılık daha da sarpa sarıyor işleri.
Şunu çok iyi biliyorum; Biz kimselere çok söz söyledik, ama
kimseye bir makama gelemeyeceğini hiçbir zaman söylemedik. Söylediğimiz fani
dünyanın hiçbir makamının baki olmadığıydı. Söylediğimiz; güç, hak yerine
makamdan alınıyorsa, geride “medeniyet” yerine “deniyet” bırakılıyorsa makam
gidince güçsüz bir acziyetten başka bir şeyin görünmeyeceği ve hayırla yad
edilmeyeceğiydi.
…
İşte kendilerine benzetmekten bahsedenler, bahsettiklerine
benzediler. Mesela kimseye tesbih çekemezsin demedik. Söylediğimiz; çektiğin
tesbih Hakk’ı anmak için değil, kulu ezmek içinse onda hayır olamayacağıydı.
Takkenin rengine de, desenine de laf etmedik. Söylediğimiz; o takke senin zihniyetinde
kipayla külaha çevrilmişse yoldan çıkıldığıydı. Kıldığın namaza da bir şey
diyemeyiz. Ancak o namaz seni mazlum yerine zalim yapıyorsa, kötülük yerine
iyilikten alıkoyuyorsa ayette geçen “veyl olsun o namaz kılanlara” hitabının
muhatabı olursun dedik. Allah için taktığın başörtüne de bir diyeceğimiz
olamaz. Lakin dediğimiz; aldatmak için, düzen bunu götürdüğü için ya da modanın
gereği olarak taşımanın inançla alakasının olmadığıydı. Kimseye vekil olamazsın
demedik ki. Ama vekillik öğretmen maaşının üzerine çıkıp servetin kaynağı
olmuşsa ahirette hesap veremezsin dedik. Kimseye ihale, komisyon alamazsın
demedik. Ama o ihale haram servetin, o komisyon haram lokman olmuşsa kendine
acımıyorsan evladına acı dedik. Son model arabalarla, yolları ağlatamazsın
demedik ki. Üretmediğin araba, ağlattığın yollar için bu gidişle köle olursun
dedik. Hazinenin anahtarı sende demedik ki. Hazineye sahip çıkmadıysan,
tavukları korumak için tilkiyi bekçi yaptıysan, günü gelince o tilki,
tilkiliğini yapar dedik. En temel ihtiyaçlarımıza zam yapamazsın, bir defa
yaşadığımız dünyada adam gibi yaşamamıza engel olamazsın demedik ki. İstediğin
zammı yaparsın ama kundaktaki çocuğun rızkına bile mani olamazsın, sen dünyayı
zehir edersin, öyle belalara düçar olursun ki dünyada sana zehir olur dedik.
…
Şayet de sen, bunlarla düzenin çarklarının payandası olmuşsan,
yıllardır kimsesizlerin kimi hikayesinden kabirlerden birinin dili olmuşsan,
bulunduğun her yeri fırsat görmüşsen, ejder meyveli somotieyle konaklarında elbette
ki seni beslerler. Değil onlar, şimdi Nemrut’lar Firavun’lar Ebu Cehil’lerde
gelse tabiki sen ne istersen vermek isterler, senle olmak isterler, dünyanın en
güzel köşklerini senin için yaparlar. Çünkü imtihan dünyasında makamıyla,
parasıyla, gücüyle batılında tesir kuvveti var, ne kadar çürük olsa da. Ama
hepsi güneş doğuncaya kadar.
Resulullah’a (sav) ne teklifler yapılmıştı. En çok da sizler
anlatırdınız belki makamınız olmadığı, henüz servetiniz oluşmadığı için.
Zamanın zalimlerinin; “Mekke’nin tüm makamları senin olsun. Yöneticimiz ol. En
güzel kızları sana verelim. Bütün servetlerimiz de senin olsun. İster tevhidi
söyle, ister tavafını yap. Başörtün de umurumuzda değil. Sen ne istersen
herşeyi sana verelim. Ama bizim zalim düzenimize dokunma. Kurduğumuz, can
damarımız şeytani sistemimiz devam etsin.” Teklifini kabul edemez miydi?
Kendisine kurulan tuzaklar bu sayede kurulmaz mıydı? Evi basılacak kadar,
yemeği zehirlenecek kadar, yollarına dikenler, üstüne deve işkembesi atılacak
kadar rencide edilmekten kurtulamaz mıydı? Ölüm tehditlerini alır mıydı? Bir
hicreti gerçekleştirmek mecburiyeti olur muydu? Demek ki Resulullah’ın davası
böyle bir şeymiş. Batılın en cazip tekliflerinin cevabı sonunda ölüm de olsa, kalpten
çıkan “La” olduğu zaman, sürgünden şehrine izzetle dönebiliyormuşsun.
…
Mesele bir yandan da belki de müstemleke valisi olmak. O zaman tüm
kapılar ardına kadar açılıyormuş!!! İngilizler Hindistan’da, Fransızlar
Cezayir’de, İtalyanlar Libya’da bunu yapmadı mı? Ya sonuç! İngiliz bir komutan, Hindistan'daki
estirdikleri teröre ilişkin; “öyle bir terör inşa
ettik ki, artık kimseyi kendi safımıza çekmemiz mümkün değil"demişti. Yaptıkları zulüm Müslümanlarda
Muhammed Ali Cinnah, Hindularda Mahatma Gandi gibi
bir lideri ortaya çıkardı. Lakin ülke Hindistan, Pakistan, Bangladeş
olarak üçe bölündü. Cezayir, Seyyid
Emir Abdülkadir gibi bir lider ortaya çıkardı. Ama ülke sömürgecilerden
kurtulsa da kurtarıcılarından kurtulamadı. Ve şimdi Libya, “İstediğinizi yapın,
bana Allah’ın takdir ettiğinden başka bir şey yapamazsınız.” diyerek
başkaldıran Ömer Muhtar’ın mücadelesinin hasretinde...
Ama şunun farkındayım; her şeyin bir vaktinin olduğu bu alemde “la
yus’el” de değilsin, “la yuhti” de olamazsın. Çünkü vaktin de bir sahibi var. O
vakit dolduğunda istisnasız herkes üç yoldan biriyle final yapacak. Sırat-müstakim,
mağdub veya dallin…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.