İhtiyacımız var…
...
Dünya yaratılalı beri, bilmem ne kadar
dönümünü tamamladı. Bilmem kaç kez ölümlere, yaşamlara, kavuşmalara, terk
edilişlere, hüzünlere, sevinçlere, asırlara şahit oldu. Halada bütün
şahitlikleriyle bir yörüngede akmaya devam ediyor.
Kainat elbette ki boş yere
yaratılmadı. Bu sebeple de amaçsız olan hiçbir varlık yok. Öyle olunca insan da
bir amaç için var. Eskiler buna kesb-i kemal ile seyr-i cemale vuslat demişler.
Zaten insanın bir gaye taşımaması, hele de değerlerinin gereği olan ulvi gayeye
yüz çevirmesi tükendiğinin resmidir. O zaman her felaket mukadderdir.
İnsan o ulvi gayesinin içerisinde
hayat denen, her nefesi değerli olan çok büyük bir nimete nail olmuş.
Düşündüğümüz zaman her şeyin alternatifi var. Aşımızın, işimizin,
arkadaşımızın, şehrimizin mutlaka diğeri de olur diyebileceğimiz bir seçeneği
var. Ama hayatın kendisinin bir alternatifi yok. Elimizde nasıl anılacağımıza
ve anlatılacağımıza dair sadece bu hayat var. Sahibi miyiz emanetçisi miyiz
bilmiyorum. Sahibi olsak her anına biz hükmederiz ama hükmedemiyoruz, emanetçisi
olsak korumak zorundayız, buna rağmen zarar görüyor. Ama her halükarda bir
mükellefiyet var. Bu sebeple de çok önemli bizler için. Belki de onun için
demiş Sadi Şirazi; “İnsan her nefeste iki kere şükretmelidir. Çünkü nefes
alamazsa ölür. Bunun için şükretmelidir. Aldığı nefesi veremezse ölür. Bunun
için de şükretmelidir.”
Hayata dair sorulacak, manamıza
ulaştıracak çok soru var. Lakin o kadar çok hadisenin içerisindeyiz ki, belki de
çoğu zaman anlamımızı kaybediyoruz ya da kaybettiriyorlar. Tolstoy’un
ifadesiyle “Yiyordu, içiyordu, uyuyordu, uyanıyordu ama yaşamıyordu.”… dediği
bir farksızlığın girdabındayız.
Ölüm denen gerçek gelinceye kadar
süresi ezelde takdir edilmiş bir yaşamın içerisindeyiz. Peki nedir benim
istediğim bu yaşamda? Zenginlik mi? Mutluluk mu? Sevgi mi? Başarı mı? Ebrar mı?
Bakış açımızın ve anlayışımızın temeline nasıl bir düşünceyi oturtarak
genelleştirilmiş bir kapsamla bunları mı istiyoruz? Yoksa hiçbir ölçü tanımadan
sadece benden ibaret dar bir alanda tek merkezin kendimiz kabul edildiği
neticeler mi isteğimiz? Hayatın birde sonrası var, şayet inanıyorsak. İnanılsın
veya inanılmasın ama nasıl bir anılışla anılmak isteriz ki? Hakkımızda iyi mi
konuşsunlar kötü mü?
Dünya sadece bizden ibaret olmadığına
göre ve herkesin zaman ve mekan içerisinde sorumluluk sahibi olduğu, ama
kiminin farkında kiminin ise farkında olmadığı bir dönem içerisinde ne
istiyoruz?
Tercih hakkımız olsaydı kim olmak
isterdik? “Kim”liğimizde ölçü ne olmalıydı? Herkesin gözdesi mi yoksa fıtratın
öznesi mi? Nasıl birisi olarak yaşamalıyım? Süremiz dolup da canın bedenden
gitme zamanı geldiğinde kim olarak gözlerimiz kapanmalı? Öleceğimiz o gün
geldiğinde nasıl huzurla kapatırız gözlerimizi? Bunu muhasebe etmek nasıl, ne
zaman olmalı? Nasıl düşünmeli? Vicdanımızda olduğu gibi, kendimizi kandırmadan
nasıl anlatmalı? Kusurumuzla, pişmanlıklarımızla yüzleşe yüzleşe, kendimiz
haklı çıkarmadan ama şefkatle nasıl yapmalıyız? İş belki de uyanmaya, uyanınca
kalbine bakıyor. Belki de ancak böyle doğrulur eğrilerde, eğri işlerde... Her
yanın eğri olması bahane değil, nefes alınıp verildiği sürece. Mesele doğru
için ne yapıldığı, yapılması gerektiği… Kalbin nasıl baktığı…
Mesele belki de cennet ve cehennem.
Mutlaka ölüm sonrası için bir karşılık olarak düşünmemek gerekir. Kalbinde
sevgi bitmişse, sevginin ve şefkatin yeniden filizlenebileceği aklından
geçmiyorsa, hep bir düşman oluşturuyorsan, düşmanlık üzerine kurduğun bir hayat
varsa; sana da, etrafına da cehennemdir olduğun her yer. Çünkü hep bir korku
taşıyacaksındır. O zamanda yaşattığın korkuların sokaklarına çıkıp da özgürce
atacağın adımın huzurunu bulamazsın, düşünemezsinde. Artık basiretin bağlanmış,
ferasetin kapanmış, kalbin mühürlenmiştir.
Ama güzel insanların iyiliği hakim
kıldığı, bunun mücadelesini verdiği, nefretin olmadığı, hiçbir şey olmasa bile
asgari müştereklerdeki güzelliğin olduğu, kötülüğün olmadığı, olmaması için
mücadele edildiği bir vuslatın özlemi cennete dönüştürür olduğun her yeri,
bugün olmasa bile yarın… Çünkü korkun yoktur, ulvi bir gayen vardır ve ümitsiz
değilsindir.
Evet, ihtiyaç sahibiyiz. Neye
üzüldüğümüzü unutturacak mutluluklara ihtiyacımız var.Geçirdiğimiz günleri,
yılları aratmayacak bir atiye ihtiyacımız var. Bir tutam sevgiye, bir tutam huzura
ve bir tutam şefkate ihtiyacımız var. Merhamete ve adalete ihtiyacımız var.
Ulvi gayemizi hatırlamaya ihtiyacımız var. Uyanmaya ihtiyacımız var. Sabah
evden çıkınca akşamın bir lokmasının derdine düşmediğimiz, yarının endişesini
taşımadığımız bir bakışa ihtiyacımız var. Bunları Çin’in 70 milyon santigrat
derecedeki yapay güneşi sağlamaz. Elon Musk’ın yapay zekaları veya Mars projesi
sağlamaz. Apple’nin “sen ne aptal bir programsın” diye kızan çocuğa “sanal bir
programla tartışmaya çalıştığına göre asıl aptal sensin” diye cevap veren
Siri’si sağlamaz.
Hepsinin varacağı ve en büyük anlamını
bulacağı yer şüphesiz ki kalptir. Onun için rengin ölçüsü sadece kalp
olmalıdır. İnsanın rengi sadece kalbine göre belirlenmelidir. O da ya siyahtır
ya beyaz. Grisi olamaz…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.