Hayallerimiz esir olmuş…
...
Hayal,
insanoğlu için en güzel nimetlerden birisi. Başka alemdesindir, isteklerin
olur, moralin düzelir, anlatırsın, kimse engellemez. Sonra da bir ah çekip
gerçek dünyaya döner, “nerede kalmıştım” der, modern zamanın esaretine kaldığın
yerden devam edersin.
Bir
millet düşünün; Hep boynu bükük olmuş, devlet baba diye bildikleri karşısında… Tarihin
zorlu zamanlarını yaşamış, tanımadıklarını bile Tanrı misafiri diye, sadece
saygıdan ceketini ilikleyerek karşılayarak başının üstüne tac etmiş.
Ve
bu milletin üzerinde zorlu zamanlar istikrarlı bir şekilde yoluna devam ediyor.
Toplum olarak herkesin kendisini kandırdığı, kendisinin de herkesi kandırdığını
zannettiği bir garip hali yaşıyoruz, neşeli günlerin aksine…
Hayal
kurduğumuzu zannederek hayalsizliğe esir edilmişiz. Yıllarımızı harcamamızın
neticesi yüz binlerce lira vererek aldığımız 2+1’den oluşan 80 m2 hücre gibi daire
en büyük hayalimiz olmuş, önce ana-babamızın, sonra da miras yoluyla bizim... Sonra
ömür vefa ederse biraz daha büyüğü olsun üç günlük dünyada… Yeter ki topraktan
biraz daha uzaklaşıp, bağımızı koparalım. Toprak ana olsa da, hamurumuz
topraktan olsa da, daire zengin gösterir.
Kimimize
de ahşabın kokusunu taşıyan kanepenin, divanın, mahatın yerine, “bu zamanda bu
mu olur?” diye, yeni nesil koltuk-yemek odası takımı en büyük hayal…
Kimimize
de, üreten ülkenin bize sattığı arabaya tüm gider ve kârından sonra dört kat
belki de daha fazla, yılların birikimini ödeyerek binmek... Veya cep telefonuna
ederinden kat be kat daha fazla ücret ödeyerek sahip olmak en büyük hayal olmuş,
dünyanın elitlerinin tatillerini, kıyafetlerini, arabalarını, evlerini en
azından ekrandan görmek için.
…
Özellikle
yılbaşlarındaki milli piyango çekilişleri öncesinde büyük ikramiyeye umut
bağlamış yığınlarla yapılan sokaktaki röportajları bir izleyin ya da bir
zamanlar sadece hafta sonu koşan atların şimdi 7/24 dörtnala koşan atlarla
değişimiyle bağlanmış umutları, bayilerin önündeki kuyruklarda sabırla bekleyenlere
sorun… Küçüklüğümüzde loto-toto, kazı-kazan vardı. Şimdi ise çeşidine
yetişilemeyen bahis oyunlarımız var. Hele de işin başına yıllarca kumarın,
faizin nasıl bir bela olduğunu anlatan Timurtaş hocanın soyundan geleni
koydunuz mu tadından yenmiyor. Ve bir oyuna getirildik ki; artık tavuklar da
şaşırdı, normalde tavuğun altında yumurta olması gerekirken, şimdi yumurtanın
altında tavuk arar olduk, hayalimiz için…
Pazarların
kurulduğu günün akşamın soğuğunda kalanları utana-sıkıla toplamaya çalışanlara
bakın ya da çöpte bir lokma arayanlara, helede salgın yasaklarında birileri
yattığı yerden maaşını alırken, ceza yeme pahasına kağıt-karton toplayıp
satanlara. Bu insanlarımızın hayallerini dinleyin, cesaretiniz varsa tabi.
Bir
gün dinlerseniz, hiçbirinin hayalinin büyük olmadığını görürsünüz. Küçük
dünyaları kadar küçük hayalleri var. ‘Başımı sokacak bir evim olsun, arabam
olsun, karnım doysun, çocukların geçindirecek maaşlı bir işi olsun…’ Daha
fazlası yok…
İlkokul,
ortaokul, lise, belki üniversite okumuşuz. Ama hayal kurmayı bile öğretmemişler
ya da izin vermemişler ya da öğrenmemişiz. Çünkü bilsek bunların hayal
olmadığını, bulunulan zamanın gereği olarak zaten insanca yaşam için olması
gerekenler olduğunu bilirdik. Bunların dışındakiler zaten çok görülüyor da,
bunlar da çok görüldü, yok görüldü hep... Öyle ya, bizdeki kural hep tepeden
inmedir. Senin işverenin sana ne maaş vereceğini bilemez. Sen aldığın maaşla
geçinip geçinemeyeceğini bilemezsin. Seni yöneten, senin işvereninin ödemesi
gereken maaşı da, senin maaşının seni geçindirip geçindiremeyeceğinide senden
daha iyi bilir.
Halbuki
oyunda hayalimiz o kadar çok büyük değildi. Oyunu kazanmak için yıldızları
hedef tutmadık, salkım söğüdün tepesine uzanmak yeterliydi sevinmek için… Belki
de öğrenmediğimizi öğrenirsek, birileri öğrendiklerimizden rahatsız olmasın
diye hep küçüktü hayalimiz…
Dünyayı
gezmek istesek de içimize attık. Daha kendi ülkemizi bile gezmemişken, bize
tutuşturulan ve malik olmadığımız bir telefon ekranından sattıkları sanal
dünyanın sahiplerinin gösterdiklerine izin verdikleri ölçülerde razı olduk.
İzin verdikleri hayallerin lüks zindanlarında yaşar olduk, son model arabayla,
telefonla ya da mobilyayla... Ne de olsa sigortalı bir işimiz vardı, daha ne
olsun.
…
En
son çıkan telefonu 2 yıl (24 ay) hattınıza taahhütle alabilirdiniz. Ömürden iki
sene bir telefon için harcansın, önemli değildi. Bir arabayı almak için 4 yıl (48
ay) kredi verirler ve siz de çalışırdınız. Ya da bir evi almanız için 15 yıl (180
ay) kredi... Sizde bir araba, bir ev için hayatınızı satmayı isteyerek veya
istemeyerek öğrenirdiniz. Çünkü ev, araba almayı başka bir alternatifi olmayan hayatımızın
tek amacı haline getirmişler, getirtmişler, getirmişiz. 10-15 günlük tatil için
3 yıl (36 ay) kredi vermeyi bile marifet kabul etmişler, daha ne söylensin ki…
Z
kuşağında ise tek hayal var; Bir yolunu bulup yurtdışına gitmek. Sonra, sonrası
yok, sadece bilinmezlik…
Bizim
ömrümüzün ederi bunlar olmaması lazımdı. Mutluluğumuz; kazanmadığımızı
harcattıran bankaların, sabah-akşam toplumu ifsat eden kuşak programlarının,
yalnızlaştıran sosyal medyanın, hipnoz
eden dizilerin inisiyatifinde olmamalıydı.
Gel
gör ki yanlış modelleri yanlış rol model kabul etmişiz, ettirmişler. Doğruya en
yakın olan en tehlikeli yanlışı doğru kabul edip seçmişiz, seçtirmişler. Hayalimizdeki
ölçümüz, hayalimiz olmamış. Ve 1450 sterline Londra’da yemek yerine,
yeme-içme-gezme-otel-uçak biletleri dahil 200 sterline İstanbul’a gelip yemeyi
tercih edenler, bizi kıskanıp çatlarken, biz başarısızlığın, beceriksizliğin
dibine vurmuşuz.
Haliyle
yapılanların, yaptığının, yaşadığının şuurunda olmayıp algıya teslim olan bir
toplum hayal de kuramazdı, mutlu da olamazdı, modern zamanın köleleri olmaktan
ileriye de geçemezdi. Sadece taksitle yaşayıp borçla ölmeye devam ederdi…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.