Ben utanıyorum da…
...
“Burası dünya! Ne çok kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi… Ekip
biçip gidecektik.” diyor rahmetli Cahit Zarifoğlu. Dünyada yaşayan ama dünyaya
bağlanmayan olmak. Herşeyin bir imtihan olduğunun şuurunu taşımak. Lütfun da
hoş, kahrın da hoş diyebilmek. Verenin de alanında “O” olduğunu bilmek. Hakkını
her şartta muhafaza etmek. Yığılmış servetlerin içinde bir kalbur samanı dahi
olmamak. Emeğinin karşılığını ummak ve almak. Vade dolunca bir ömrün hesabını
verebilirliğin vicdani huzuruyla ebediliğe bir hicret gerçekleştirebilmek.
İşte büyük sıfırlamamıza giderken herkesin kendisine göre
kıymetlisi var. Kimine gözbebeği evladı, kimine yüreğinden büyük makamı, kimine
de değerini gösteren parası. Herkes bir şeyleri korumanın peşinde; kimi
iktidarını, kimi hayatını, kimi halini...
Şahsına münhasır coğrafyamızda onca yılı devirdikten sonra şimdi de
şahsına özel günlerden geçiyoruz. “Utanma”nın zirvede olması gerekirken en dipte
olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Din tacirlerinin değerlerimizi
değersizleştirmekten başka bir halt etmediklerini görüyoruz. Utanması gereken
arsızların arasında bırakılıyoruz. Gözlerindeki utanmazlıklarını marifet diye
pazarlayan, yüreğimizden anlamayan bezirganlara mahkum
ediliyoruz. Gidemediğin yolların, gezemediğin ülkenin övüncünü taşıyoruz. Taşların
mahkum, hırsızların mağrur olduğu bu cennet topraklarda yaşayan bir millet
olarak cehennemi adımlatılıyoruz. Şereflerini makamlarından alanlar, parasıyla laf
yapanlar sahte bakiliklerinin gerçek faniliğe dönüştüğünü göremeyecek kadar
akıldan ve izandan yoksunken, hala hikayeleriyle yamalı fistandan, üç tane
hurmadan dem vuruyor. Birileri bizim sırtımızdan zenginliklerine zenginlik
katarken, dinleyenlere fakirliğin edebiyatını yapmaktan utanmıyorlar.
…
Seller geliyor, kasırgalar tarumar ediyor, depremler uyarıyor,
yangınlar yanışımızı haber veriyor, gençliğimiz elden gidiyor, toprağımız
ayağımızın altından kayıyor, eşyalar insandan daha değerli hal alıyor, ölüm
hayatın hemen yanındayım diyor, lakin insan umarsızlığına devam ediyor. Meymenetsiz
suratlar, vicdanı olmayan kalpsizler, gördüğünü zanneden uğursuz bakışlar başka
müsebbib arıyor, aynaya bakmadan makamlarında. Bize de sadece utanmak kalıyor.
Halbuki; nice annelerin haykırışı oldu, bebeğini doyuramamanın
acısında. Bebeklerin gözyaşı açlıktan-kaçıştan semaya uzandı, ya deniz
kenarında ya da dağılmaya başlayan bir pazarın akşam vaktinde çöp kutusunun
yanıbaşında. Olur ya, ya şikayetimiz ulaşır semaya ya da bir lokma buluruz
pazardan kalanda. Pazarda yoksa sokak arasında çöp kutusunda belki kalmıştır
birkaç lokma. Daha gencecik yaşlarında evlatların yaprak misali savruluşu en
hüzünlü mevsim oldu anne-babanın kalbinde, bir gurbet hasretinde, bir
sisteminin içinde. İşveren işçisinin yüzüne bakamaz oldu, sonu belli olmayan
yolda. Eşler yabancılaştı aynı odada. Komşular tanınmaz oldu aynı katta. Birilerinin
keyfine gitti canlar. Akşam dönerken sadece bir lokma nasıl götürürümün derdine
düştü kapitalizmin çarkındaki insan. Çocuğunu bir oyuncak dükkanının önünden
geçiremez oldu babalar. Ahlak, Bebek sahilinde boğulurken, adalet koridorlarda
kayboldu. Benim memurun işini bilirken, çalmayı bilemeyen fakirler de öğrendi
değerli ekabir sayesinde. Ve çuvallarını doldurmaktan başka amacı olmayanlar
yine anlamadı, onlar yine utanır olmadı da, utanmak yine bize düştü.
...
Haydi yabancı tahrik için bizim değerlerimize saldırabilir, belki
bilmiyordur belki de düşmanlığındandır. İyi de kainatın kataloğu Kur’an’a bu
gençliğin muamelesi nedir, deizmin, ateizmin zirve yaptığı bu toplumda.
Üniversitelerin adının üniversite olduğu, gençliğin uyuşturucuya müptela
edildiği zamanımızda bir ömür, daha baharında rehin alındı, Asım’ın nesli
denilerek en fiyakalı sloganla. Tonlarca tarım ürünü pazarlanamıyor, insanlara
ulaştırılamıyor, paranın pul olduğu, yakıtın altın olduğu bu zamanda. Birilerinin
itibarı için bir millet göz göre göre kandırılıyor gözlerinin içine bakılarak. Sonra…
Soruşturmaya maruz kalmayan, adli bir vak’a yaşamayan bu gidişle
kalmayacak bakanlık istatistiklerinde. Kimisinin kaç dikişle tekerrür ettiği
malum ve meçhul. Tamam herkes sorgulansın da kime ifade verelim? Savaşta
Boşnakları çırılçıplak soyan Sırp polisine mi, çırılçıplak soyduğu Uygurlar’a
her türlü işkenceyi reva gören Çin polisine mi? Nereye bu gidişin sonu, merak bile
etmek istemiyor insan, yığınların çöküşünü görünce. Geriye sadece utanç kalıyor
da utanmazların yerine, ama hep bir ayet rahatlatıyor insanı: “Göğün
ve yerin Rabbine and olsun ki, sizin konuşmanız nasıl gerçek ise, bu vaad de
öyle gerçektir.” (Zariyat, 51/23)
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.