Laik/solcu muhalif aydınların göremediği gelişme
...
Türkiye’de kendilerini cumhuriyetin, laikliğin,
çağdaşlığın, ilericiliğin sahibi, hamisi olarak gören; daha da önemlisi bu
ülkeyi yönetme ehliyet ve meşruiyetinin sadece kendilerinde olduğuna inanan
çevrelerde; halkın dindar ve muhafazakâr olarak bilinen kesimlerine ve onların
aydınlarına karşı on yıllardır değişmeyen derin bir önyargı, tepeden bakış ve
hoşgörüsüzlük var. Yine buna bağlı olarak dindar, muhafazakâr halkın oylarına
dayanan siyasal iktidarlara da aynı küçümsemeyle, aynı kibirle bakıyorlar.
Mendereslerin, Demirellerin, Özalların iktidarlarını olduğu gibi AK Parti
iktidarlarını da sadece kendi tekellerinde sandıkları bu ülkeyi yönetme
yetkisini gasp edenler olarak görüyorlar.
İkinci sınıf vatandaşlar, ülkenin zencileri olarak
gördükleri bu dindar/muhafazakâr halk kesimlerini en küçük ölçüde tanıma ve anlama
çabası göstermiyorlar. Bu sebeple söz konusu insanların dünyasında yaşanan
değişim ve gelişmeleri fark edemiyorlar. Bu insanları hâlâ 1930’lu, 40’lı,
50’li yıllardaki köylü, kasabalı, taşralı, niteliksiz, cahil kalabalıklar
olarak görüp küçümsemeye devam ediyorlar. Taha Akyol’un bıkmadan vurguladığı
gibi şehirleşmenin, ekonomik gelişmelerin onların da bir bölümünü Batılı
anlamda burjuvazi haline getirdiğini; çocuklarının tanınmış kolejlerde, iyi
üniversitelerde okuyup iyi eğitim aldığını; birkaç yabancı dil bildiğini;
kariyer sahibi olduğunu; medya, akademi, bürokrasi, siyaset her alanda “biz de varız!” diyecek bir konuma
yükseldiğini kabullenmek istemiyorlar.
1970’li, 80’li yıllarda sağcı/dindar/muhafazakâr
kesimin TV’deki bir programa, bir açık oturuma çıkarmak için Necip Fazıl, Ahmet
Kabaklı gibi iki üç şahsiyetinden başka kimsesi yoktu. Bugün Beyaz Türk elitlerle
her alanda at koşturabilecek 1. sınıf entelektüellere sahip olduğuna da hiç
dikkat etmiyorlar.
Yükselen dindar/muhafazakâr kesimin aydınlarının,
akademisyenlerinin, bürokratlarının laik elitlerden daha özgürlükçü, daha
demokrat, daha dünyaya açık olduğunu da dolayısıyla gözden kaçırıyorlar.
Bunların, hatalarıyla yüzleşebilecek, kendi kendilerini sorgulayabilecek bir
olgunluğa eriştiğinin, düşünce bazında kendi içlerinde bir çoğulculuk
yaşadıklarının, daha da önemlisi bu insanların bu çağda artık her sorunu dine
dayanarak, dinden ilham alarak çözmenin mümkün olmadığının bilincinde
olduklarının da farkında değiller.
Ünlü
akademisyen ve politikacı Prof. Binnaz Toprak, 20 yıl kadar önce Milliyet
gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda bu insanlar için şunları
söylüyordu: “İslami kesimde çok değerli
aydınlar yetişmiş. Demokrat, hoşgörülü, saygılı, kendileriyle her konunun
rahatça konuşulup tartışılabileceği seviyede ve olgunlukta insanlar bunlar.
Kendilerini tanımaktan memnunluk, farklarına geç varmış olmaktan dolayı da
üzüntü duydum”
Laik, solcu yazar ve aydınlar, toplumun büyük çoğunluğunu
teşkil eden dindar/muhafazakâr camiayı anlamak için bugüne kadar hiçbir çaba
harcamadı, bir defa bile empati yapmadı. Bu camiayı daima köylü, kasabalı,
taşralı, niteliksiz, cahil, gerici, “göbeğini
kaşıyan adam”, “bidon kafalı”, “inek gibi oy çoğunluğu” vb diye nitelediği
nefret nesnesi olarak görmekten hiç vazgeçmedi. Dolayısıyla bu camianın
hassasiyetlerine, değerlerine hiç saygı duymadı, tersine horladı.
İşte mensubu olduğu toplumun ezici çoğunluğuna
böyle bakan ve yaklaşan aydınlar için merhum Dündar Taşer, “Silivri yoğurdunun kaymağı gibi aydınlar” nitelemesinde bulunuyordu.
Silivri yoğurdunun kaymağı kendi kaymağı değilmiş, sonradan ilave edilirmiş.
Söz konusu aydınların da bu halktan olmadığını, en azından yabancılaştığını bu
benzetmeyle ifade ediyordu.
Laik ve solcu aydınlar; kırsal kesimlerde, büyük
şehirlerin varoşlarında, eğitimsiz ya da düşük eğitimli, yoksul ya da dar
gelirli kalabalıklar nezdinde niçin yerlerinin ve itibarlarının çok düşük
olduğu, politikaya atıldıklarında buralardan niçin oy devşiremedikleri üzerinde
düşünmelidirler. Bunun analizini halkın cahilliği, dar kafalılığı falan gibi
harcıâlem gerekçelere sığınmadan yapmalıdır.
Türk solu, Bülent Ecevit’in 1970’lerdeki
performansını ondan sonraki hiçbir dönemde yakalayamadı. Bülent Ecevit bir
dönem, “ortanın solu” söylemiyle
ciddi fırtınalar estirmiş, o söylemin içini halkı ikna edecek kadar doldurmuş
ve 1973 seçimlerinden 1. parti olarak çıkmıştı. Bülent Ecevit’in çeşitli
ifadeleri onun bu halkı basbayağı tanıdığını kanıtlamaktadır.
“Türk halkının demokrasiye ‘seçkin’ ve ‘aydın’ denen kesimlerden daha
yatkın oluşunun belirgin bir kanıtı da şudur: ‘Seçkin’ ve ‘aydın’ denen
kesimlerden bunalım dönemlerinde sık sık askere çağrı geldiği halde halktan,
köylüden ve işçiden hiçbir zaman çağrı gelmemiştir.”
“Müslüman Türk halkının dinden kopmaksızın laikliği benimsediği
şuradan bellidir ki, laiklikten en büyük ödünler, demokrasi işlerken değil,
demokrasi kesintiye uğradığı dönemlerde verilmiştir. Kimi ilerici
aydınlarımızın ‘gerici’ sandığı dindar halk çoğunluğu laikliği içtenlikle
benimsemiş olmasaydı bunun tersi olurdu.” (Bülent
Ecevit, Toplumsal Kültürün Türk Siyasal Yaşamına Etkisi, 1990).
Bugün laik solcu aydınların mevcut iktidar
karşıtı söz ve eylemlerinin çoğu muhalefet diye nitelendirilemez. Bunların çoğu
yalnızca karalama ve düşmanlıktır. Muhalefet doğruya doğru, eğriye de eğri
diyebilmektir. Her şeyi kötü yaparak, herkesi mağdur ederek 16 yıl boyunca %50 civarında
oy almış; iktidarının 20. yılında oyunu %40 civarında koruyan bir parti örneği Türkiye’de
olmadığı gibi dünyada da çok azdır.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.