Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve Türk Kadını
...
Kadın; tarih boyunca hemen her coğrafyada,
her toplumda dışlanmaya, ikinci sınıflığa, her çeşit zulüm ve şiddete maruz
kalmıştır. Birleşmiş Milletler ve diğer evrensel kuruluşlar tarafından kabul
edilen “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar
Günü”,“25 Kasım Dünya Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü”veaynı amaçla
tanımlanmış başkaözel günler ve etkinlikler tarih boyunca kadına yönelmiş bütün
bu zulüm ve şiddetin tescilinden başka bir şey değildir.
Horlanmışlığın, dışlanmışlığın,
ikinci sınıf sayılmanın daha da önemlisi ezilmişliğin simgesi olarak akla yüz
yıllarca hep Zenciler ve Kızılderililer, yani renk ve ırk ayrımına uğrayanlar,
yani kölelik mağdurları gelmiştir. Hâlbuki onlarla birlikte yüzyıllar boyu
bütün toplumlarda, bütün coğrafyalarda kadın da horlanmış, ezilmiş; zulmün her
şekline maruz kalmıştır. Fark şuradadır ki kadınlar köleliği açıktan değil,
sessiz ve derinden yaşamıştır. Kadınların gördüğü şiddetin, uğradığı taciz ve
tecavüzün çoğunluğu dört duvar arasında, kapalı kapılar arkasında yaşandığı
için dışarıya yansımamıştır. Çünkü kadına yapılan bütün zulümler, baskılar,
insanlık dışı muameleler; dinlere, geleneklere, törelere dayandırılarak
meşrulaştırılmıştır. Bu yüzden tüm dünyada ezilmişliği, şiddete uğramışlığı
sadece Kızılderililer ve Zencilerle özdeşleştirmek yanlıştır, eksiktir.
Ne yazık ki şu anda da dünyanın
birçok ülkesinde kadınlar hâlâ gizli veya açık olarak dışlanıyor; tacize,
tecavüze uğruyor; bin bir çeşit eziyet ve şiddete muhatap oluyor; en vahşi
cinayetlerle hayatları karartılıyor!
Bizim kadınımız ise bütün bu
olumsuzluklar konusunda hem geçmişte hem de günümüzde maalesef daha kötü bir
kadere sahip olmuştur.
Türkiye’de kadın olmak dün de bugün de dünyada kadın
olmanın zorluklarından ayrı, kendine özgü zorluklar barındırmıştır. Türk kadını
her zaman dünyadaki hemcinslerinden farklı acılar yaşamıştır. Kadınımızı biz
çoğu zaman insan yerine bile koymamışız. Nazım Hikmet, geçen yüzyılın
başlarında, “Sanki hiç yaşamamış gibi
ölen / Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” dizeleriyle kadınımızın
bu kötü kaderine işaret etmiştir.
Geleneğimizde ve kültürümüzde kadını insan yerine
koyan bakıştan ziyade aşağılayan, noksan sayan; “zaaflarla dolu mahlûk” olarak gören bakış ağırlık taşımıştır.
Kadın; uğursuzlukların kaynağı olarak görülmüştür. “Kadın kocasının çarığıdır”, “Erkeğin okumuşu kadı, kadının okumuşu
cadı”, “Talebe hocadan, karı kocadan korkmalı” gibi birçok kadın aleyhtarı atasözü
ve deyim bu ataerkil yaklaşımdan ve algıdan doğmuştur.
Türkiye’de her
zaman kadının aleyhine işleyen çağdışı toplumsal algılar, kabuller günümüzde de
sürüyor. Kadının fiziksel ve duygusal zayıflığını, kadınlığına özgü
hassasiyetlerini hep onun aleyhinde, hep onu ezmek ve yok etmek için kullanan
bir anlayış, bir kültür bu topraklarda hiç tavsamadan varlığını korumuştur.
Bu toplumda kadına, hakkı olmayan, sadece vazifeleri
olan; sadece itaatle, biatle yükümlü bir varlık olarak bakılmıştır. Biz;
erkekleri maçolukla, kazak olmakla övünen; aksini zül sayan bir toplumuz. İşte
çağdışı, uygarlık dışı bu zihniyet kadınımızı bugün dünyanın fiziksel ve ruhsal
en çok şiddet gören; en zalim, en vahşi yöntemlerle hayatı söndürülen varlığı
haline getirmiştir.
Kadınımıza cumhuriyetle, demokrasi ile önemli haklar,
kazanımlar sağladığımızı; cumhuriyet modernleşmesini kadınlar üzerinden
gerçekleştirdiğimizi iddia ediyoruz ve bununla övünüyoruz. Bunlar ne kadar
doğru olursa olsun kadınımızın en temel insan hakkı olan yaşama hakkını güvence
altına alamadıktan sonra ona tanıdığımız hiçbir statü, sağladığımız hiçbir
kazanım bize övünme hakkı vermez. Çünkü can güvenliği olmayan bir kimseye
sağlanacak eşitlik, özgürlük, toplumsal statü gibi hiçbir hakkın anlamı ve değeri
yoktur!
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.