Sebat ile sanata bir ömür;

Sebat ile sanata bir ömür

1949 yılında Kastamonu Merkeze bağlı Kasaba Köyünde dünyaya gelen 71 yaşındaki Naht ustası Mehmet Hamzaoğlu, yıllarını adadığı ve hala araştırmaktan geri durmadığı sanatını ve çok saygı duyduğu meslek hayatının ayrıntıları haberimizde......

Mehmet Hamzaoğlu, yine dünyaca tanınan Kastamonu’nun önemli değerlerinden biri olan merhum Nahhat Mehmet Ali Özeflanili’nin yanında çıraklıktan ustalığa kadar yetişmiş ve icazetnamesini ustasının elinden takdirle almış bir sanatkâr. Merhum ustası Özeflanili tarafından da ‘Yetiştirdiğim talebeler arasında 3 tanesi istediğim seviyeye geldi’ dediği o 3 kişiden biriydi Rahmetli Hamzaoğlu...

 Merhum Hacı Mehmet Hamzaoğlu'nun 2020 yılında, Doğrusöz Gazetesi'ne verdiği röportajla sizleri baş başa bırakıyoruz...

“SANATKÂR OLMAK İSTEDİĞİMİ SÖYLEDİĞİMDE, AİLEMİN TEPKİSİ ÇOK FENA OLDU”

Sanatına duyduğu sevdayı, henüz ilkokul yıllarındayken kazandığını belirten Hamzaoğlu, bu sanata duyduğu aşkla dünyaca ünlü Nahhat ustası ve Kastamonu’nun önemli bir değeri Mehmet Ali Özeflanili’nin yanında çırak olarak başlamaya karar verdiğini dile getirdi. Ancak bu isteğini ailesiyle paylaştığında ailesinden ciddi tepki aldığını söyleyen yılların ustası Mehmet Hamzaoğlu, şunları dile getirdi; “Kastamonu’nun çok yakınında bulunan Candaroğlu Mahmut Bey Camii’nin olduğu köydenim. Biliyorsunuz Mahmut Bey Camii de UNESCO kayıtlarına alındı. Dünyada ahşap yapıda tek örnek olarak gösterilen ahşap oyma ve ahşap üzerine işlenen bir cami var. 705 yıl önce yapılmış Mahmut Bey bu nezih ve güzel dünya mirası camiyi yaptırıyor. Gölköy’ün hemen yakınında 16-17 kilometre ilerisinde kasaba köyünde doğdum. Kasaba Köyündeki oyma caminin yanındaydı okulumuz. Okul teneffüslerinde hep içimde sanat aşkı varmış demek ki o camiyi inceler ve kapısıyla meşgul olurdum. Belli bir zaman sonra okul hayatımız bitince. Burada Dünya çapında çok meşhur Mehmet Ali Öz Eflanili diye bir ustamız var. Dolayısıyla bu ustamızın yanına çırak olarak girdim ve oymacılık sanatını öğrenmeye başladık. O camiye karşı kendi kendime gelişen bir sevgi oluştu. O kapıdaki sanat ve inceliklere baka baka bir sevgi oluştu. İnsan sevdiği şeyi mutlaka arar. Bilinen bir şahıstı benim ustam. Ben de de bu sevgi varken buldum ustamı ve yanında başladım. Ailem, ben sanatkâr olmak istediğimi söylediğimde tepkileri çok fena oldu. Ben sanatkâr olmak istiyordum onlar ise memur olmamı istiyorlardı. Bana da biraz gaz verdiler bu sevdadan vazgeçmem için. Yapamazsın beceremezsin bu işi, dediler. Onlar öyle dedikçe ben daha da perçinlendim. Ve işte buradayım.”



“40 KÜSUR TALEBENİN İÇİNDE, USTAMIN İSTEDİĞİ SEVİYEYE GELEN 3 KİŞİDEN BİRİYDİM”

Önceleri, şehre gelen devlet misafirlerine, turizm yerleri olmadığı için şehrin en önemli değerleri olarak sanatkârları gösterdiklerini belirten Hamzaoğlu, şimdilerde o kültürün de kalmadığını üzülerek belirtti. Eskiden, sanata, sanatkâra kıymet verildiğine vurgu yapan Hamzaoğlu, sözlerinin devamında meslek hayatındaki ilerleyişini şöyle anlattı; “Bir müddet çırak olarak çalıştık, çıraklık bitti kalfalık başladı yani gelen çıraklara ders veriyorduk. Osmanlı’dan gelen bir sistem bu. Daha sonrasında ustamız bizi başarılı gördü. Bize icazetnamemizi verdi. Ben icazetnameyi 3 yıl sürede aldım. Kendisi de söylerdi ustamız;‘40 küsur talebe yetiştirdim. Bu 40 kişinin içinde istediğim seviyeye gelen 3 kişiden birisin’ diye.Çıraklık-kalfalık hayatımız orada bitti ve ustamız bize kendi eliyle, yer tahsis etti, makinelerimizi aldı, elimizden tuttu ve atölye kurarak bu işin devamını getirmemize olanak sağladı. Nur içinde yatsın her zaman müteşekkiriz.  Bu ifadeleri yerli ve yabancı televizyoncular gelirdi o dönemde siyah beyaz yayınlar vardı. O gelenler soruyorlardı çırak yetiştiriyor musun, yerine insan yetiştiriyor musun diye bizlerden bahsederdi. 3 talebe Mehmet Hamzaoğlu olduğunu, Mustafa öz Eflanili o da ustamızın torunuydu. Rahatsızlığı olduğu için çalışamıyor artık. Biz de 71 yaşımıza girince biz de bırakmak durumunda kaldık. Bir de Muzaffer hoca vardı ama bu işe sebat edip başarı sağlayabilen bu 3 kişiydi.”

“MEĞER BU ADAMLAR KENDİLERİ GELMİYORMUŞ”

İcazet belgesini aldıktan sonra, evinin yakınında atölye kurduğunu belirten Nahhat Mehmet Hamzaoğlu; “İlk atölyemi evimin altında İsmailbey’in orada açtım. Çalışmalarımıza başladık. Ustamız da bir sıkıntınız var mı eksiğimiz gediğimiz var mı diye de ara ara yoklardı. Çayımızı kahvemizi içerdik. Daha 10-15 gün geçti geçmedi, adam taksiye binmiş bizim atölyenin önüne geliyor,‘Burada bir oymacı varmış’ diye gelip soruyorlar. Belli bir süre sonra artık para da gelmeye başladı, çünkü sürekli geliyorlar. ‘Bu millet ne zaman bildi de bizi geliyorlar bizi buluyorlar’ diye de bir yandan düşünüyorum. Sonradan öğrendim ki rahmetli ustamız, devamımızı sağlamamız için ya kendisine gelen müşterileri bizlere yolluyormuş. Tarif ediyor, diyor ki; ‘Bu benim birinci talebem benden icazet aldı. Gidin ondan alın.’ Anladık ki sonrasında bu adamlar öyle kediliğinden gelmiyormuş. Bu ne güzel bir haslettir.”

“BU SANATIN TÜNELLERİ HİÇ BİTMEZ”

Ustası Özeflanili’nin öğretisi üzerine araştırmacılık ruhunu kazandığını ve sanatına her geçen gün yeni bir şeyler ekleyebilmek için çaba gösterdiğini belirten Hamzaoğlu, sanatının içinde ucu bucağı olmayan tüneller olduğunu kaydetti.

Sanatının araştırdıkça kollara budaklara ayrıldığını söyleyen Hamzaoğlu şunları ifade etti; “Bize derdi ki ustamız; ‘Bak yavrum kulak boynuzdan çok önce çıkar. Boynuz sonraları çıkar ama boynuz kulağı geçer. Siz araştırmacı olun, üzerinde çalışın ustanızı geçmeniz lazım. Aynı şeyi taklit etmeniz sanatkârlık değil.’ Bu sanat öyle bir sanat ki girişte bir tünele girersin o tünelden önüne sayısız başka tüneller de çıkar. İşte biz o tünelden bir girdik gördük ki bu tünelin ucu bucağı yok. O tünelin ağzından girdik ki aman Allahlım sonu yok bu tünelin İçeri girdikçe konulara ayrılıyor. Oymacılık içerisine girilince pek çok kola ayrılıyor. Birinci tünele bakıyorsun çok eskilerden kalma bir sanat olduğunu anlıyorsunuz. Tarihçesini Kültür Bakanlığı’nın eserlerinden araştırıyoruz. Bakıyoruz ki Dünya Sanat Bilimcileri bundan 60-70 sene önce Orta Asya’nın Kurgan ve Pazırık bölgelerinde araştırma yapıyorlar. Kazı yapıyorlar bakıyorlar ki yerin altından ahşap evler ahşap evlerin kapıları oyulmuş desenler çiçekler yapılmış. Oradaki bilim heyeti orada toplanıyor ve burada yaptığımız kazılar, tarihsel verilere göre 3-4 bin yıl ötede, o zamanlarda Türkler de zaten orada. Dünya şu bilgiyi geçiyor; ‘Dünyada ahşapla oyma işi, oymacılık, dünyada ilk defa 3-4 bin yıl öteden Türklerde başladı.’Dolayısıyla biz de Türk olduğumuza göre, bu sanatı yapan bizim ecdadımız olduğuna göre bu bir Türk kültürüdür. Bununla övünebiliriz. Kültürümüzle sanatımızla mimarimizle övünebiliyoruz. Dolayısıyla bu sanatı yaşatanlar da bu sanatın tapu senetleridir. İkinci tünele girdik, bu sanatın ustalarını yani sanatkârları inceledik. Onlar herhangi bir objeyi yaptıktan sonra demişler ki ‘Bu yaptığımız eserin ne kadar ömrü olur? Bu eseri ne kadar uzun süre yaşatabilirim. Benim de yaptığım eser tıpkı ecdadımın yaptıkları gibi yüzlerce yıl öteye gitmeli. Ne yapmalıyım? Ağacı incelemeliyim’ demiş. ‘En uzun yaşayan ağaçlar hangileridir, bu ağacın ömrünü daha fazla nasıl uzatabilirim.’ Bunun hesabını yapmış ilim adamları. Ağacın çürüme kurtlanma hesabını yapmışlar. Bakmışlar ki eğer ağacın içinden öz suyunu alamazsan bu su ağacı haşeratlandırır, kurtlandırır, ağacı çürütür. Ağaçları aramışlar. Ceviz ağacını incelemişler. Ceviz ağacı sülfürik asit salgılayan bir ağaç olduğu için gövdesinden sülfürik asit geçtiği için ilerde oluşabilecek haşeratları öldürüyor. Ağacın öz suyunu alabilmek için kullanacağı ağacı kışın kesmiş. Eskiler zemheri ayı derler. Zemheri ayında kesmesinin sebebi de kışın yapraklar dökülüyor topraktan su emme olayı da olmuyor. Ağacın gövdesindeki su toprağa geçiyor. Zemheri ayında kesiyor ve ağacın içindeki o öz suyun yüzde 60’ı toprağa geçmiş oluyor. Ağacı kestiğin zaman içindeki bu su akıyor, buna da halk dilinde ‘ağaç ağlıyor’ diyorlar. Bu çok büyük bir hesap. Bir de dolunay vaktinde kesilmesi gerekiyor tabi. Sebebi ise dolunayın bu suya ektisinden dolayı. Dolunay olduğu zaman hastanelerde ameliyat da yapılmazmış. Çünkü ayda bir takım sırlar var, gelgit olayları, çekim durumu gibi. Canlılardaki bu dolunay etkisi de canlılar içindeki sıvıları inceltme etkisidir. Yani hangi canlı olursa olsun mutlaka her canlının içindeki sıvının yoğunluğunu inceltir dolunay. Tüm canlılarda olan bir durum. Hayran olmamak elde değil. Bu bin yıl 2 bin yıl öncesinde bulunan bir şey.”


“OSMANLI USTALARI AĞAÇTAKİ MIKNATISLANMAYI BULMUŞ”

Tüneller hakkında konuşmaya devam eden Nahhat Mehmet Hamzaoğlu; “Bir diğer tünelde ağaçlar incelenmiş. Ağaç üzerinde o kadar çok çalışılmış ki, mesela bilim heyeti Ulu Cami’ye gitmişler. Yapılan minberlerdeki, cami levazımatlarındaki şeylerde, küçük küçük parçalar kullanıldığını görmüşler. ‘Osmanlı’da çok devasa ağaçlar varken, burada neden küçük parça kullanmışlar’ diye inceleme yapmış bu heyet ve Osmanlı ustalarının burada ağaçtaki mıknatıslanmayı bulduklarını görmüşler. Mıknatıs nasıldır ters kutupları birbirini çeker, aynı kutupları birbirini iter. İşte aynı sistem ağaçta da var ve bunu Osmanlı ustaları keşfetmiş. Ağacı kestiğimiz zaman ağaçta daire daire suyolu gidiyor, o gidiş yolu onda mıknatıslanmayı sağlıyor. Bu ağacı kestiğin yerden birleştirmeye çalıştığın zaman, istersen dünyadaki en güçlü yapıştırıcısı ile yapıştır, zamanla birbirini iter. İşte demişler ki 800 sene geçmiş bu ustaların yaptıkları parçalar bir milim dahi yerinden oynamamış. Bu da o çekim kuvvetinden kaynaklı. İşte Osmanlı zamanındaki ustalar da bu ilimle bu parçaları birleştirmiş ve ağacın beton gibi günümüze kadar ulaşmasını sağlamış. Bir başka tünele girdik. Burada da insanların ahşaba olan sevgisinin nedenini araştırmışlar. Yüzde 99’un üstünde bütün insanlar ağaçları çok seviyor. Fıtrattan genden gelen bir muhabbet var çünkü. Bu insanlar neden demiri bakırı değil de ağaçlar seviyorlar diye düşünmüşler. Ağaç üzerinde araştırma yapmışlar, ağaçların üzerinde canlı bir doku var. Ağaçtaki canlı doku kuruduğunda ölmez kül olana dek yaşadığı için ağaç insan ruhuna ferahlık veriyor. Daha ileri gitmişler bu canlı dokudan da bu kadar sevgi muhabbet olamaz demişler. Dini ilim adamlarının ifadeleri var burada. Allah insanı yarattığında çamurdan yarattı. İnsan şekli verildikten sonra arta kalan topraklar etrafa serpilmiş. Bu topraklardan da ilk defa hurma ağacı olmuş. Onlar da insanla ağacın mayası aynı, o yüzden kardeş hükmünde o sebeple bu kadar çok seviliyor diyor.

“BİZ NAHHATLAR, ARAŞTIRARAK NE YAPTIĞININ BİLİNCİNDE SANATIMIZ İCRA EDERİZ”

Bir diğer tünelde yapılan ürünlerin insanlığa nasıl faydalı olacağının araştırılması konusunun olduğunu belirten Mehmet Hamzaoğlu; “Soğutucular, buzdolapları yokken düşünmüşler; ‘Biz insanlara soğuk su nasıl içirebiliriz’ diye. Bir takım fizik kuralları tespit etmişler. Binlerce ağacın içinden köknar dediğimiz, gürgen dediğimiz bu ağacı bulmuşlar. Bu ağaçta terleme kabiliyeti olduğunu görmüşler ve hemen köknarı yarıp, kurutmuş ve bu şekilde su kabı yapmışlar. Suyu içine koymuş ve güneşli havada dışarı koyduğunda terleme yaptığını görmüş. O terlediği zaman ağaç içindeki suyu buz gibi etmiş. Bu bir fizik kuralıdır. Başka bir faydayı örnek verelim mesela Şenpazar’da, Cide’de şimşir ağacı vardır. Kaşığa ve tarağa uygun, şimşir ağacından başka bir ağaç türü yoktur. Yüzlerce ağaç varken neden şimşir ağacı peki? İşte bu ağaç, dünyadaki en sert ağaçtır. O sebeple bu ağaç suyun içine girdiğinde yemeğin içine girdiğinde yağı vs. içine emmez. Bakteri üretmeyen tek ağaç türüdür şimşir. Velhasılıkelam biz nahhatlar, gelişi güzel yapmayız. Araştırarak ne yaptığımızın bilincinde olarak bir takım eşyalar ortaya çıkarırız. Mesela kapaklı aynalık vardır. Nedir bu kapaklı aynalık? Eskiden nenelerimiz ‘Aman kızım, gece aynaya bakmayın?’ derlermiş. Onlar ilmi yönünü bilmediklerinden bu şekilde söylemişler ancak bu gece aynaya bakmamanın ilmi, bilimsel, tıbbi bir yönü de var. Nedir o diyecek olursan, insan uykusundan aniden uyandığında aynaya bakarsan bu tıbbi açıdan insanın ruh sağlığını etkiler. Ani uyanmalarda, irkilme anında beyin fonksiyonlarını bir müddet çalıştırmaz. Algılamaz dil net konuşmaz, net göremez. Bir müddet sonra beyin toparlıyor. Bir kişi, beyni toparlanmadan aynaya baktığında, aynada gördüğünü acayip bir varlık olarak görür. Algılamadığı için beyin, korkup delirir insan. O kadar çok vaka var ki bununla ilgili. O sebeple gece aynaya bakmamak gerek. Bizim ustalarımız da bunu söylemiş;‘İhtimale bırakmayalım insanları, kapaklı yapalım aynaları da, gece kapatsınlar’ diye demişler. Bu da Osmanlı’nın kullandığı tarihi kapaklı aynalar işte. Zarif bir görüntü ve insana ferahlık veriyor” dedi.



“BU SANAT BENİM İÇİN ÇOK KIYMETLİ”

Naht sanatının ustası Nahhat Mehmet Hamzaoğlu, 3-4 bin yıl öncesine dayanan bu Naht sanatının kendisi için önemine değinerek şu ifadelere yer verdi; “Çok eskilere dayanan bir sanattır bu sanat. Türk milletinin örfü âdeti olduğu için, herkes gibi kendi milletini seven Türk milletini seven bir insan olduğum için, Türklere hayran olduğum için bu mesleği çok seviyorum. Türkler hakkında bilgi toplayıp bu mesleği icra etmeyi ve bunu aktarmayı seviyorum. Bu sanat benim için çok kıymetli. Bu işin ince detaylarını ilim daha da geliştiği, yüceldiği zaman kıymeti o zaman daha fazla öğrenilecek.  O zaman geldiğinde belki de benim anlattıklarım da kâfi gelmeyecek. Mesela diyorlar ki ceviz ağacı üzerinde öyle çok konuşulan şeyler var ki ceviz ağacı yanında ne konuşursan içine çeker. Bir gün gelecek teknoloji, bu sesleri çıkartacak diyorlar. Ceviz ağacı tam döllenme mevsiminde yanında ne olursa olsun fotoğrafını çeker diyorlar. Bu fotoğraf çekme olayı var, bunu görenler de var. İlerdeki teknoloji bunu bize gösterecek. Bu mesleğe aşığım oymacılık deyip geçmeyelim, bu sanat basit bir sanat değil.  Mesela üniversitede 50 kişi varsa ya 49’u ya da hepsi sınıfını geçer, tahsilini bitirir. Ama sanatta bu böyle değil. Çünkü sanatta Cenab-ı Allah’ın doğuştan verdiği bir takım hassalar vardır. Mesela bir atasözü vardır. ‘Kur’an Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.’ Bu değişmeyen dünyanın bildiği bir atasözü. Bu atasözünden yola çıkan ilim adamları, gidip Mısır’da araştırma yapmışlar. ‘En güzel sesli insanlar Mısır’da çıkıyor. Acaba bunun sırrı ne?’ diye merak etmişler. Oranın insanlarının ağız yapılarını incelemişler. Ağızda damak dediğimiz yuvarlak bir kubbe var. Bakmışlar ki diğer milletlerin arasında bu insanların damak yapısı ovalliği öyle düzgün ki, işte bu sesi bu kubbenin düzgünlüğü çıkartıyor. Bunu üniversiteyi yüz sene de okusan eğer damak yapın yoksa bu sanatı yapamazsın. İstanbul’da yazılır diyorlar. İstanbul’da en güzel hat Türkler tarafından yazılırmış. Bunu da araştırmışlar. Bir kısım Avrupalı ilim adamları ‘Efendim Müslümanlarda resim yapmak yok, hoş karşılanmıyor. Bu resim yapma kabiliyeti yazı yazma kabiliyetine dönüşmüş. Onlar modern resim diyorlar güzel yazı yazmaya’ diye. Diğer ilim adamları da demişler ki, ‘Kol bileklerindeki damarlar olsun, sinirler olsun, kas yapıları olsun öyle sağlam ki kalemi eline aldıkları zaman hiç titremeden bir kalemde matbua gibi çizmeyi başarıyorlar.’Bu bize doğuştan verilmiş bir yetenek, yapımızda var. Sanatkârlara bazı melekeler, doğuştan verilir. İstediğin zaman ressam, sanatçı heykeltıraş olamazsın. Dağın başında bir delikanlı var diyelim bu hasseleri var ama kendi kendine çıkmaz. İşte tahsil de burada devreye giriyor. Üniversiteler bu hasseleri ortaya çıkarıyor. Sanatkâr bu yaratılış kabiliyeti olanları kim seçebilirse ancak o olur” şeklinde konuştu.


MEKANI CENNET OLSUN...


Kaynak:

İlgili Konular :
İlgili Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
0 Yorum